Bu konuda J.P.Roux (s.26ve231), incelemelerinin sonuçlarını şöyle aktarıyor. “Düşmanları, Türklerin bağnaz olduklarını söylerler. Bu, Yunanlılar ve Ermenilerin bugün hâlâ belirgin bir kötü niyetle sürdürdükleri Türk aleyhtarı propagandanın (yanıltma amaçlı söylev) değişmez ve en eski konularından biridir. Türklerin tarihe geçmiş bağnazlık örnekleri, ancak, nadiren, kendiliğinden gelişmiş olaylardır. Taocular, Hıristiyanlar ve Müslümanlar, Türklerin kendilerine verdikleri ödünlerden, sağlanan kolaylıklardan yararlanarak, kendilerini zorbalıklarını uygulamaya yetkili sandılar. Sonunda tabii ki suçlanan Türkler oldu!”
Roux’ya göre (s.24-25) “Kimi zaman bazı halklar, Türkler tarafından ezilmiş olduklarını söylemişlerdir. Ama, Türkler, daha çok egemenlikleri altındaki halklara olağanüstü parlak dönemler yaşatmışlardır.”
Gerçekten de, tarih bunun örnekleriyle doludur. Tabgaçlar döneminde Çin, Göktürkler ve Timurlular döneminde Orta Asya, İdil Bulgarları ve Altınordu Devleti’nde Karadeniz’in kuzeyi, Büyük Selçuklular ve Safeviler döneminde İran, parlak bir hayat yaşamışlardır. Memluk Türk Devleti Mısır’ı, Delhi Türk Sultanlığı ve Babür İmparatorluğu Kuzey Hindistan’ı geliştirmiştir. Anadolu Selçukluları döneminde Anadolu halkı, refah içerisinde olmuştur. Osmanlılar ise başta Balkanlar olmak üzere Ortadoğu ve Kafkaslar gibi karmaşık bölgeleri güzel ve huzurlu yaşatmışlardır.
Osmanlılar, Araplar üzerinde ciddi bir egemenlik kurmamışlardır. Aksine Surre Alayları gibi vasıtalarla beslemeye çalışmışlardır. Bu konuda 18. yüzyıl Osmanlı bürokratı ve dürüst bir defterdar olan Sarı Mehmed Paşanın “Devlet Adamına Öğütler” adlı kitabında söylediklerini kitabın Türklerin Yeniden Dirilişleri bölümünde belirtmiştim. Zaten Osmanlılar, Arapları dinin sahibi olarak görüyorlar ve onlara “kavmi necip” yani üstün kavim diyorlardı. Bu nedenle diğerlerinden daha çok hoşgörü gösteriyorlardı. (Halbuki Arap yöneticilerin bazıları, Emeviler döneminde Müslümanlığa yeni giren ve Arap olmayan halkların çoğuna da “acem” diyerek yabancı muamelesi yaptılar. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in amcası Abbas bin Abdülmuttalip’in soyundan gelen Abbasiler ise, Emevi iktidarını devirdiler. Hayati Ülkü’nün aktardığına göre (s.456) hırslarını alamayarak, Emevi Halifelerinin bazılarının mezarlarını açtırdılar. Kemiklerini çıkarttırıp topladılar ve öylece yaktılar. Ayrıca Emevilerin sembolü olan Şam’daki Beni Ümeyye mescidini, üç ay kadar ahır olarak kullandılar.)
Diğer taraftan Rus vakayinamelerinde anlatılanlara göre, 1024 yılında Rus ülkesi Suzdal’de, şiddetli bir kıtlık ve açlık olur. İdil Bulgar Türkleri aç kalan Ruslara çok miktarda hububat götürürler. Bu dönemde Bulgarlar, tarımla uğraşmaktadırlar ve daha zengin olduklarından, sık sık Rusların saldırılarına maruz kalmaktadırlar. Türkler yardımı böyle ters bir ortamda yaparlar.
Türklerin egemen oldukları bölgelerde yaşayan halkların, bugün geçmişlerinde yaptığımız diye övündükleri eserlerin arasında, Türklerin yaptıkları önemli bir yer tutar. Bu konuda kitabın Müslüman Türklerde Mimarlık ve Sanat bölümünde, önemli eserler hakkında bilgi verildiğinden, burada ayrıca belirtmeye gerek görülmedi.
Yine Roux’nun diğer bir gözlemi şöyledir (s.27): “Halkın, hükümdarın dinini benimsemesini isteyen Avrupa’nın tersine, Türkler ‘evrensellik’i kabul ettirmeye çalıştılar. Barış içinde bir arada yaşamanın kesinlikle mümkün olduğunu söylediler. Bu onların (Türklerin) uygarlığa en büyük katkılarından biri olmuştur.”
Ankara Savaşından (1402) sonra, Osmanlı yönetiminde on yıl süren fetret (boşluk) dönemi oluştu. Bu dönemde Balkan Devletleri, Osmanlı yönetiminden kurtulmak için ciddi bir girişimde bulunmadılar. Halbuki ortam, Balkan Devletlerinin bağımsızlığı için çok uygundu. Bu tavırda, Osmanlı Türklerinin onlara götürdükleri düzenin ve hoşgörü anlayışının etkisi büyüktür. Bu durum Osmanlıların getirdiklerinin Balkanlarda mevcut olandan daha iyi olduğunu ve Balkan halklarının yeni gelenlerden hoşnut kaldıklarını gösterir. Ayrıca Balkan dillerindeki yorgan, döşek, kapı, pencere gibi terimlerin Türkçe’den geçmiş olması da, Türklerin Balkanlara medeniyet götürdüklerini göstermektedir.
Avrupa’nın o dönemlerdeki durumuyla ilgili olarak, Prof. Djevad’ın aktardığına göre (s.78-79) Jaques Bonaparte şöyle diyor: “Alicenaplığı hepimizce bilinen Fatih’in İstanbul’u almasından yarım asır kadar sonra Bourbon başkumandanının çeteleri (1527’de V.Karl yönetiminde) Roma’ya hücum ederek ele geçirmişlerdi. Bu barbarlar esirlerin tırnaklarını sökmüş , ağızlarına erimiş kurşun dökmüşlerdir. Sımsıkı bağlı baba ve kocalarının önünde kadınları katletmişler, bütün mabetlere tecavüz etmişlerdir. Bu hayvanca vahşet bir-iki gün değil , hiç kesilmeden aylarca sürmüştür.”
Prof. Ahmed Djevad’ın (s.61), De Amicis’in “Constantinopole” adlı eserinden aktardığı ve diğer bir çok Batılı yazarın da anlattığı şekilde Türkler, hoşgörülü ve evrensel davranıyorlardı. “Eğer Türkler egemenlikleri altına aldıkları milletlere, Hıristiyanların yaptığı gibi zorla İslamiyet’i kabul ettirmiş olsalardı, ki buna kimsenin itirazı olamazdı. Bugün ne Ermeni meselesi, ne Girit meselesi, ve muhtemelen ne de Şark (doğu) meselesi olurdu. Oysa Türkler bunu yapmadılar.” Aynı yazar devamla şöyle diyor. “Hıristiyanlar tarafından her yerden kovulan Yahudilerin melce bulabildiği tek ülke de barbar(!) Türkiye olmuştur. İnançları yüzünden yurtlarından kovulanların hep Osmanlı İmparatorluğu’nda melce bulabildiklerini görüyoruz.” Bu konuda uzunca örnekler veren yazar görüşlerini şöyle sürdürür: “Böylece, Hıristiyan Avrupa’nın bizzat Hıristiyan kanı döktüğü ve inançları değişik olanlara vahşice zulümler yapmaktan zevk duyduğu bir devirde, Osmanlı İmparatorluğu’nun, engizisyonun bulunmadığı, yakmaların ve sihirbazlık ithamlarının var olmadığı tek ülke olduğu kesindir.”
Gerçekten de Avrupa’nın bir bölümü bu haldeydi. 1850′li yılarda hâlâ kadınların içinde şeytan olduğu iddiasıyla yakılmaları sürüyordu. Bugün Batı, başka ülkelerden normal ya da kaçarak gelen, siyasi veya inançlarından dolayı baskı gördüklerini söyleyenlere kucak açmaktadır. Ancak, bu yardımların bir kısmının gerçek bir insanlık düşüncesiyle yapıldığı şüphelidir. Gelen bu insanların içlerinden seçtiklerini, geldikleri ülkelerine karşı bir devirme ya da başkaldırı yapabilmeleri için desteklemektedirler.
J. Baudrillard’ın arka kapak yazısında da belirttiği gibi bugün, geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkelerin başlarına sorun olan hemen bütün hareketlerin beslendiği yerler, ABD ve Avrupa’dır. Bu ülkeler, inancı ister sosyalist, ister ırkçı faşist, ister Ayetullah Humeyni gibi dini olsun, herkesi barındırıp, kimini de yetiştirip geldikleri ülkelerine göndermektedir. İnsan hakları evrensel beyannamesini yayınlayan Batılıların yönetimindeki Avustralya Kıtasındaki yerlilere, henüz 1995 yılında, lütfen vatandaşlık hakkı verilmesi beyannameye aykırı davrandıklarını gösterir. Bundan on beş yıl öncesinde, Güney Afrika Devleti’ni yöneten beyazlar ise, zencileri yok sayıyorlardı. Dört yüz yıl sonra bile, zencilerin seçimlere katılamayacağını, yönetici olamayacağını söylüyorlardı. Malesef hiçbir Batılı ülke bu yöneticilere, ciddi bir baskı uygulamıyordu.
Türkiye’yi ilgilendiren konularda ise, Avrupalı bir kısım yöneticinin tavrı yine yukarıdaki gibidir. Avrupalı çocukları da zehirleyen eroin kaçakçılıklarına rağmen, PKK terör örgütünü, bazen sessiz kalarak, bazen yardım ederek desteklediler. Bilindiği gibi PKK ile mücadele, Türkiye’nin ekonomik bunalım ortamına girmesini hızlandırmıştır. PKK ile yetinmeyen bazı Avrupalılar, bağnaz dini gurupları dahi, Türkiye’ye karşı ileride işlerine yarayabileceği düşüncesiyle desteklemeye ya da bu gurupların faaliyetleri karşısında sessiz kalmaya devam etmektedir.
Başka ülkelere insancıl davranmalarını öğütleyen Avrupalı yöneticiler, İRA, ETA gibi örgütlere aynı hoşgörüyü göstermemektedir. Baader Mainhopf çetesinin ileri gelenlerinin başlarına gelenler bilinmektedir. Alman derin devleti tarafından, kısa süre içerisinde intihar süsleri verilerek, yok edilmeleri şüphesi unutulmamıştır. Bu uygulama göstermektedir ki, PKK gibi bir örgüt Almanya’ya karşı mücadele etseydi, Almanya’da ne bir üyesi ne de sempatizanlarının barınmaları çok zor olurdu.
Günümüzde Avrupa’da yaşayan Müslüman bayanlara, başörtüsü konusunda izin verilmektedir. Ancak bu uygulama insanları yanıltmamalıdır. Çok az sayıda olan Müslümanlara hoşgörülü davranmalarının nedeni devlet düzenini tehdit edecek boyutta olmamalarıdır. Yoksa, ister Müslüman isterse Hıristiyan olsun, Avrupa’nın içerisinden çıkacak benzer guruplar sistemi tehdit ederse, Batının çok sert davranacağını geçmiş olaylar göstermiştir. Bunu ABD güvenlik güçlerinin, bir tarikat merkezini ablukaya alması sonucu, 72 kişinin yanarak ölmesiyle dünya gördü.
Bilindiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu 500 yıldan fazla Balkanlarda hüküm sürdü. Osmanlılar buraları terk ettikten sonra, sanki bunca yüz yıl hiçbir şey değişmemiş, sadece bir rüyadan uyanılmış gibiydi. Hattâ kendi başlarına yapamayacakları bir çok gelişmeler de, rüyalarında iken gerçekleşmiş olarak.
Bu konuları Cemil Meriç şöyle yorumlamaktadır: “Osmanlı, İlay-i Kelimetullah için hayatını seve seve verir. Yani bağlandığı dava uğruna hayatını istihkâr eder. Bu nedenle Osmanlı istismar için ülke fethetmez, imar için fetheder. Bu duygulara sahip Osmanlı, ülkesinin kapılarını bütün insanlara açmıştır. Osmanlı’da adalet bütün kurumların bel kemiğidir.”
Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama ve gerileme döneminde devleti savunmak, büyük ölçüde Türklere kaldı. Devlet içerisindeki Türk olmayan çeşitli toplulukların güçsüzlükleri, umursamazlıkları ve ihanetleri devam ediyordu. Önyargısız olarak ve belgelere dayanarak hüküm veren Batılı tarihçiler gibi J.P.Roux’ya göre (s.230) Türkler bu savunmayı, hayran kalınacak bir kahramanlıkla ve büyük bir özveriyle yaptılar. Roux’ya göre bu üstün mücadeleden kendileri bir yarar sağlamıyordu. İşte bu durum, özverilerinin değerini yüceltiyordu. Bütün sıkıntılara rağmen Osmanlılar, yatırımları hâlâ Balkanlara ve Arap ülkelerine yapıyorlardı. Anadolu tamamen az gelişmişliğe ve kaderine terk edilmişti.
Gerileme dönemlerinde Türkler, Yeniçerilerin de ciddiyetsizleşmeleri sonucu genel olarak yenildiler. Kimi zaman da yendiler. Yendikleri savaşların sonunda ise, masa başında diğer devletlerin baskısıyla kaybettiler. Ama, pes etmediler. Dünyada eşi benzeri olmayan bir inanca sahip olduklarını gösterdiler. Mücadeleyi sürdürdüler. Bütün bu olumsuz şartlarda bile, egemenlikleri altındaki başka milletlere kötü davranmadılar. Sadece devlete başkaldıran bazı gurupları ve insanları cezalandırdılar, ama kişisel olaylar hariç, devlete başkaldırmayan yabancı halklara kötü davranmadılar.
Osmanlı’nın gerilediği dönemde Avrupa’da iki imparatorluk daha vardı: Avusturya-Macaristan ve İngiltere. Bu ikisi de, yıkıldıkları son savaşlara kadar, hep imparatorluklarındaki diğer milletleri savaşa sürdüler. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bütünüyle bakıldığında, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ekonomik gerileme vardı. Ancak dikkatle incelendiğinde, P. Kennedy’nin kanaat olarak aktardığına göre (s.252), Viyana civarı ve Bohemya bölgesi gibi öz ülkelerinde, ekonomik gelişme söz konusuydu. Demek ki, Avrupalı İmparatorluklar egemenliklerindeki başka halkları sömürerek, artık değerleri kendi öz ülkelerine taşıyorlardı.
İngilizler, neredeyse bir dünya imparatorluğu kurarak müstemlekelerini sömürmelerine rağmen, 19. yüzyılda o bölgelerde ciddi sayılabilecek çok az eser bıraktılar. Halbuki, Türkler egemenlikleri altındakileri de korumak için sadece kendileri savaşa gidip perişan oluyorlar, ama sıkıntılarına rağmen, bu milletleri rahat ettirmek için hâlâ çalışıyorlardı. Avrupalılar ise, Türklerin davranışlarının tersini uyguluyorlardı. Kendi menfaatlerinin korunması için kendilerinden çok egemenlikleri altındaki insanları savaşa sürüyorlardı. Diğer taraftan da Avrupalılar, o milletleri ekonomik olarak sömürüyorlardı.
Türklerin kendileri savaşa gidip, egemenlikleri altındakileri rahat ettirme çabalarını, bazı Avrupalılar başka türlü değerlendirebilirler. “Türklerin hatası” olarak nitelendirebilirler. Avrupalılar ile Türkler arasındaki bu anlayış farkı, Cemil Meriç’in yorumlarını haklı çıkarıyor. Cemil Meriç, Osmanlı’nın, bağlandığı dava için hayatını severek verdiğini söylerken, Avrupalının ancak yakın ve elle tutulur çıkarlar uğruna fedakarlık yapabileceğini belirtir. “Avrupa kapitalizminin manivelası kârdır, Osmanlı’da ise kâr diye bir kavram yoktur” der.
Prof. Dr. A. Djevad’ın Rumen Popescu Ciocanel’in “Revue du Monde Musulman” dergisinin Aralık 1906 sayısından aktardıkları (s.79): “Fatih bir millet olan Türkler idareleri altındaki çeşitli milletleri Türkleştirmeye çalışmamış, onların din ve geleneklerine saygı göstermiştir. Romanya için, Rus veya Avusturya idaresi yerine Türk idaresi altında yaşamak bir şans olmuştur. Zira, aksi taktirde bugün Rumen milleti diye bir millet olmayacaktı.” Nitekim Karadeniz’in kuzeyi bir Türk yurdu iken, Rusların egemenliğine geçtikten sonra bölgede Türk kalmadı.
Bu gerçekler, Osmanlı egemenliğinde yaşayan diğer bazı milletler için daha da geçerlidir. Anadolu’da yaşayan Ermeni, Rum ve Kürtler için, Türk idaresinde yaşamak bir şans olmuştur. Ermeniler ve Rumlar, Osmanlı yönetiminde Türk tebaadan daha rahat yaşadılar. (Kazan Hanlığının başkenti Kazan’da bile ayrı bir Ermeni mahallesi vardı.). Kürtler ise, Selçuklu ve Osmanlı Türkleri sayesinde ayakta kalabilmişlerdir denilebilir. Değil devletleri, beylikleri bile olmayan Kürtlerin Ermeniler, Farslar ve Araplar arasında benliklerini koruyarak yaşayabilmeleri pek mümkün olmayabilirdi. Türkler sayesinde hayatta kaldıkları gibi, kendi başlarına ulaşmaları mümkün görünmeyen bir medeniyet içerisinde yaşadıkları söylenebilir. Nitekim Türklerin Ortadoğu bölgesindeki egemenlikleri son bulunca sıkıntı başlamıştır. Bugün Türkiye’de yaşayan Kürtlerle, en kaliteli petrole sahip bir devlet olan Irak’ta yaşayan Kürtler arasındaki yaşam kalitesi farkı bile, tek başına yukarıdaki iddiayı doğrular.
Benzer konumdaki Ermeniler, 1895’te ilk büyük isyanlarını gerçekleştirdiler. Yurt dışında kurdukları Hınçak ve Taşnak gibi terör örgütleri Osmanlı egemenlik alanında faaliyetlere başladı. Bu terör örgütleri dış destekle silahlandılar. Türk ve Kürt köylerini basmaya ve insanları öldürmeye başladılar. Amaçları hayallerindeki büyük Ermenistan’ı kurabilmek için bölge halkını o yöreden sürmekti.
www.kahramanturkler.com dan alıntıdır.